Türk Sinemasının Senaryo Problemleri

Türk Sinemasının Senaryo Problemleri

Senelerdir sürekli dillendirilen şey, Türk sinemasının en büyük sorununun “senaryo” olduğudur. Haydi artık bu cümleyi biraz açalım…

Burak Göral

Türk sinema tarihinin Yeşilçam döneminde de senaryo sorunları vardı. Senaryolar çok hızlı yazılır ve çok hızlı çekilirlerdi. Bazen aynı sete iki senaryo sığdırıldığı olurdu. Hikayeler orijinal bir tema cümlesi üzerinden kurulmayıp, bazen yıldız oyuncunun personasından uydurulan, bazen de doldur-boşalt yöntemiyle yazılan senaryolarla sete girilirdi. Yeşilçam’ın en güzel özelliği bugünden farklı olarak Türk edebiyatına daha yakın durmasıydı. Çeşitli öykü ve romanlar uyarlandığı gibi, edebiyatçıların yazdığı senaryolar da çekilirdi. Yabancı filmlerden yapılan yeniden çevrimler, ya da feyz alınarak çekilmiş taklitler, çizgi romanlardan yapılan avantür filmler ve formül işi salon komedileri gibi türlerle bir çeşitlilik yaratılırdı. Yeşilçam 1970’lerin ikinci yarısından itibaren politize olduğunda gerçekten orijinal senaryolar üretmeye başladı en çok. Lütfi Akad ve Metin Erksan’dan sonra nihayet Yılmaz Güney, Ömer Kavur ve Atıf Yılmaz gibi sinemacılar kuşağı senaryonun başka türlü bir güce sahip olması gerektiğini güçlü senaryolu filmleriyle ispatladılar.

Ancak bu kuşak gidince yerine gelen sinemacılar kuşağı senaryoyu öykü anlatmaktan çok karakter kurmak üzerine inşa etmeye başladılar. Karakterlerin kendileri hikayenin bizzat kendisi oldular. Bunu yaparken geleneksel dramatik yapı kurallarını da bozmayı tercih ettiler. Elbette bilinçli bir yapıbozum ciddi anlamda maharet ister. Geleneksel anlatıyı çok iyi bilmek gerekir ki, iyi bozulabilsin. Bilemediğiniz bir şeyi bozmanız mümkün değildir. Nuri Bilge Ceylan, Reha Erdem ve Zeki Demirkubuz gibi yönetmenler, Aristo’dan beri süregelen ‘üç perdeli yapı’ ya da klasik anlatı yapısını bilmelerine rağmen kullanmamayı tercih ettiler.

Karakter hikayelerini, atmosfer yaratabilme becerileriyle birleştirerek bugünün –benim pek de sevmediğim- tamlaması olan “festival filmi” anlayışını genç sinemacılar üzerinde popülerleştirdiler. Geleneksel hikaye anlatımını elinin tersiyle iten ama yapıbozumcu senaryoları da sadece minimal sinema yapmak olarak algılayan bir kuşak, seyirciden uzak filmler yapmayı ‘sanat yapmak’la karıştırdı. Her uzun planın bir Nuri Bilge Ceylan planı olmadığını en çok da film eleştirmenlerinin anlatması gerekiyordu. Ama bazen eleştirmenler de aynı entelektüel tuzağa düşmekten kendilerini alamıyorlardı.

Ana akım film yapımcıları da, TV dizilerindeki eğilimi ve gişe yapan filmlerin hikaye tercihlerini yanlış okudular ve ortaya her üç filmden birinin büyük zarar, diğer ikisinin de belli oranlarda kâr ettiği bir yapı çıktı. Bazen BKM ya da TAFF gibi büyük yapımcı stüdyoların yıl içinde çıkardıkları 8-10 filminden bir ya da iki tanesi milyonluk bilet satışları yakalayabilmekteler. Ama bu filmlerin çoğundan, mesela “Recep İvedik”ten, 10 yıl sonra kimse bahsetmeyecek! Türk sinemasının seyirci rekorları kırmış olan bu serinin, hiçbir filminin hiçbir sahnesi 4-5 yıl sonra hatırlanmayacak. Bu serinin bütün filmleri sadece birer istatistik verisi olarak kalacaklar. Bir Turist Ömer ya da Tosun Paşa etkisi bırakamayacaklar kimsenin zihninde.

Peki özellikle seyirci sayısını önemseyen filmlerin senaryo sorunları nelerdir?

1.“Kanca”sız filmler yapıyoruz.

Hikayenizi harekete geçiren, temel çatışmayı ortaya çıkaran, eğlenceyi ve farklılığı yaratan ikilemi yani seyirciyi yakalayan ‘kanca’yı ya etkisiz bir basitlik üzerine kurmak ya da hiç kuramamak. Filmlerimizin çoğu belki ilginç bir hikayenin potansiyelini taşıyor olsa bile,  ortasında bıraksanız üzülmeyeceğiniz ya da merak etmeyeceğiniz hikayeler anlatmakta.

2.Senaryolarımızın çoğu parlak bir fikir ihtiva etmiyorlar

Niye “Sil Baştan” (Eternal Sunshine of the Spotless Mind) ve “Turist” (Force Majeure) gibi küçük bir cümleden ya da herhangi bir tezatlıktan oluşan parlak bir fikirden hikaye çıkaramıyoruz? Ya da çıkardıklarımız neden yeterince parlak değil?

3.Senaryolar çoğunlukla profesyonellere, ya da senaryo danışmanlarına okutturulmuyorlar.

Sektör kendi içinde ‘okuyucular’ yetiştirmeli, senaryo doktorlarına okuma raporları çıkarttırmalı. Senaryolar bazen halkı ya da hedef kitleyi temsil ettiği düşünülen şirket çalışanlarına okutturulmakta. Oysa senaryo teknik bir metindir, asla görüntüyle buluşmuş gibi değerlendirilmemelidir. Yıllardır okuma yapan profesyonel okuyucular da gereğinden fazla kötü filme onay vermekteler. Bazen sırf seyirci sever diye hatalı senaryolara yeşil ışık yakılmakta.

4.Meselemiz hikaye anlatmak değil mi?

Ana akım sinemanın en büyük güdüsü para kazanmak olmamalı. İnsanları mutlu etmek güzel bir amaç mesela. İnsanların bir şeyleri düşünmesini sağlamak da öyle… İnsanların izledikleri filmden sonra, izlemeden önceki hallerinden bir farkı olmalı! Bu başarılırsa zaten filmler büyük ölçüde zarar etmez.

5.TV dizilerimiz sinema dilimizi bozdu!

Artık herkes farkında ki; dünyada TV dizileri sinemayı geçti. Jane Campion’ın dediği gibi;  “Eskiden zeki insanlar sinema yaparlardı, şimdi TV dizisi yapıyorlar”. TV dizileri zekileştikçe, sinemanın önüne geçer oldular. Prodüksiyon kaliteleri arttı. Hikayeler çeşitlendi. Sinemanın yetenekli aktör ve yaratıcıları önemli projeler ürettiler. Yepyeni anlatım modelleri denendi ve uygulandı. Daha özgürleştiler diziler; artık 9-10 bölümlük sezonların 9-10 saatlik uzun film olarak değerlendirilmelerine sebep oldular. Bizde ise 100-120 dakika arasında değişen bölümlerden oluşan diziler, görüntüyle hikaye anlatma geleneğimize ciddi zararlar verdi. Yazarlarımız ‘işlevsiz sahne’ler yazmaya, yeni fikirler üretmektense hikayeleri sündürme konusuna daha çok enerji harcadılar. Sonra bu alışkanlıklar hep sinemaya da taşındı.

Aslında daha çok fazla madde sıralanabilir. Sonuçta hepsi tek bir cümlede toplanıyor. O cümle de Alfred Hitchcock’un yıllar önce kurduğu cümleden ibarettir: “Bir sinema filminde en önemli üç şey vardır: Senaryo, senaryo, senaryo.”

 

 

Web Tasarım